Keane – “Somewhere Only We Know”
“Oh simple thing, where have you gone? I’m getting old and I need something to rely on”
Anlık olarak bir arabanın içerisinde, sol arka kenarın camına kafamı yaslamış, kulağımda bir yandan da melodiler bana eşlik ederken; kendi gençlik problemlerimin yanı sıra ilk defa çok ama çok derin bir soru kurcalamaya başladı zihnimin aralıklarını, gerçekten saatler süren bu yol şimdi nasıl da kısaydı? Çok sevdiğim için mi? Küçük yaşlardayken de araba yolculuklarını çok severdim, fakat o anlar da zaman, sonsuz bir hızlı trenin içinde hayallerime gidiyormuş gibi hissettirirdi.
Bir yaz günü ebeveynlerimizin odamıza girip tatile gideceğimizi haber vermesi en ama en büyük hayallerimden biriydi. Hayallerim gerçek olduğunda ise dolabımda ne varsa heyecanla bavulların içerisini tıka basa doldurmaya çalışırdım ve hatta bunun yüzünden annemden azar işitirdim, gerekli gereksiz ne varsa yanıma alma gereksinimi duyardım. Sanki çok uzaklara gidip hiç geri dönmeyecekmiş gibi, en azından temennim hep bu yöndeydi. Sonrasında ise yola çıkılmadan önceki gece arabanın eğlence eşliğinde buz gibi bir su ile yıkanması, şimdiden o soğuk suyun tenine çarparak bir deniz etkisi yaratabilmesi ve sanki her harekette daha çok yaklaşıyormuş gibi.
Ve asıl gün geldiğinde, sabahın şafak vaktinde, geceden kalma yarım bir heyecan uykusu nedeniyle sarhoş adımlarla arabaya yürünülürdü. Kardeşimle hangi pencere kenarına hangimiz oturacak kavgası yapmak beni açıkçası çabucak ayıltırdı ve en sonunda hep kaybettiğim savaştan sol pencereye yapışırdım.
Ve yolculuk başlardı.
Başlarda oldukça eğlenceli gibi hissettirirdi. Annemin sabahtan hazırladığı sandviçleri sabırsızca yer ve ondan gizlice abur cubur poşetine ulaşmaya çalışırdım, tabii ki fark ederdi ve poşeti önüne çekerek erkenden ceza kesilirdi. Böylece başımı pencereye yaslamak zorunda kalırdım. Tanıdık şehrin içi sona erdiğinde ve sonsuz bucaksız gibi görünen, kenarları yemyeşil ağaçlarla donatılmış yolları hayatında ilk defa özgür olmuş bir mahkûm gibi izlemeye dalardım. Ancak çocukken bir arabanın içine sıkışmak en fazla bir saat dayanabileceğiniz bir şeydi. Bir buçuk saat dolduğunda ise oflamalar biter yerine huzursuz cümleler ve sorular başlardı.
“Anne, geldik mi?” ya da, “Bitmedi mi hâlâ?” veya, “Daha ne kadar kaldı?” ve daha gerçekçi bir yalan, “Tuvaletim geldi, biraz durabilir miyiz!”
Yolun göz açıp kapanacağı zamana kadar biteceğini söylerdi annem, belki de bu yüzden gözlerimi bin defa ardı ardına kırpmaktan ötürü yanlışlıkla uyuya kalırdım. Yine de o rahatsız koltuklar da uyunulan uyku pek uzun sürmezdi, gözlerimi açtığımda güneşin sönmüş gitmiş olacağını tahmin ederdim, ancak değişen tek şey sadece güneşin artık arabamızın içerisine girmiyor oluşu olurdu. Hava kararmamıştı bile, nasıl bu kadar uzun olabilirdi ki?
Uyanır uyanmaz ufak bir yemekten sonra yapılacak hiçbir şey olmadığı için kendimi yeniden ve yeniden o cam kenarına bırakırdım. Arabanın arka koltuğunda, camdan dışarıya bakarken zaman neredeyse yeniden durmuş gibi olurdu. Yolun kenarından bizimle yarışırca geçen tekerlekler süratla dönerdi, yollara gözlerimi ayırmadan bakınca şeritler kıvrılmaya başlardı, tabelalar geçerdi ama varış noktası hep çok uzakta kalırdı. Sonunda kabullendiğim bir gerçek ise,“Ne zaman varacağız?” diye sormanın bir faydası olmazdı çünkü o soruya verilen “Az kaldı” cevabı, gerçekten bir ömür gibi geçerdi.
Şimdi baktığımda ve, alnımı yasladığım pencere kenarından düşündüğüm de bir sonuca varabildiğimi düşünüyorum. Çocukken her yolculuk, bir tür keşifti. Henüz her şeyin ilk kez görüldüğü ve deneyimlendiği zamanların içerisindeydik: İlk tünel, ilk uzun köprü, ilk virajda gelen mide bulantısı… Yol kenarındaki o upuzun olan yemyeşil ağaçlar bile bir masalda ve koparcasına büyüleyiciydi. Ağaçlardan biri diğerlerine eğilmişse, sıkıntıdan kendi hayal gücüme sarılır ve hemen hikâyeler uydururdum — belki oradan dev bir hayvan geçmişti ve ağaç yamuluvermişti. Belki de gece olunca konuşuyorlardı, ağaçlar, ve havanın karardığının haberini o eğik ağaçlardan alıyordum ben. Zaman ağırmıştı. Yavaş yavaş her şey dolu dolu hissettirirken, anlıyorum ki o zamanların her saniyesi, hatırlanacak bir ilk histi.
Tam şuanda ise aynı yolları geçiyorum.
Ancak; tatile gideceğimizin haberini aldığımda bu sefer heyecanlanmadım çünkü geleceğim adına yapmam gereken çalışmalar vardı. Kendime ait bir bavul bile hazırlamamıştım ve annemin benim yerime bir şeyle koymasına izin vermiştim. Gece heyecandan uyuyamama huyum kaybolmuş gibi, telefondan sıkıldığım gibi gözlerimi kapatıvermiştim ve sabah hiçte kalkmak istememiştim. Oturacağım köşe için kardeşimle kavga etmek yerine susarak onun tercih yapmasını beklemiştim. Devamında ise aynı virajlar, aynı şehir tabelaları, aynı tüneller, aynı köprü ve aynı otoyol. Ama yol, kulağıma taktığım kulaklıkla birlikte o kadar kısalmış ki. Saat gerçekten ya çok hızlı akıyor ya da biz fark etmeden geçip gidiyoruz zamanın içinden. Sadece ben de değil; kardeşim de yan koltuktan telefonunda bir şeyler karıştırırken, annem ve babam radyoda tanıdık bir şarkıya eşlik ederken yol bitiveriyordu.
Eskiden bir sonsuzluk gibi gelen bu mesafeler, şimdi çocukken gelmesi için yalvardığım bir kahve molası süresine indirgenmiş gibiydi.
Belki de büyümek, yolları kısaltıyordu. Belki de değişen yollar değildi— sadece biz değişmiştik. Zamanla birlikte bedenimiz büyürken algımız da küçülüvermişti; sabırsız bir çocuk gibi aklımızda büyüttüğümüz mesafeler, yetişkin aklımızın içinde gerçek boyutuna dönmüştü.
Ama, hâlâ keşke diyorum… Keşke yol biraz daha uzun olsaydı ve müziğin eşliğinde eğik ağaçlar için hayal gücümden saçma fikirler koparabilseydim, acılarımı düşünmek yerine. Keşke zamanı yeniden yavaşlatabilseydim. Camdan dışarı bakıp, bulutlara şekiller verebilseydim. Telefonun ekranındaki saatten bakarak tahminlerde bulunmak yerine, dakika başı anneme “Bitmedi mi daha?” diye sorarak kendimi eğlendirip onu da rahatsız edebilseydim.
Ve cevabı beklemeden, yolun tadını çıkarabilseydim.